5 Nisan 2008 Cumartesi

ÖRNEK BİR KURAN NESLİ

Her zaman ve her yerde, İslâm davetçilerinin önünde dikkatle durmaları gereken tarihi bir gerçek vardır. Önünde uzun uzun durmaları gereken bir re­alite, vakıa... Bunun davet yöntemine kesin bir etki­si vardır.

Bu davet, İslâm tarihinin bütününde, insanlık tarihinin bütününde, insanlar arasında seçkin bir nesil, örnek bir nesli, yani sahabe neslini çıkarmış­tır. Bu tür bir nesil bir daha gelmemiştir. Evet, tarih boyunca, bu nesli temsil eden bireyler bulunmuştur. Ancak bu, davet tarihinin ilk döneminde olduğu şe­kilde, belli bir yerde bu kadar büyük bir sayının bir araya geldiği vaki olmamıştır.

Bu önünde uzun uzun durulması gereken apaçık bir olaydır. Umulur ki, bunun sırrına erebiliriz.

Bu davetin kaynağı Kur'an elimizdedir. Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) Sünneti, pratik yolu, siyeri de.... Tarihte bir benzeri daha gelmeyen ilk neslin elinde olduğu gibi, bunların hepsi bizim de elimizdedir. Eli­mizde olmayan sadece Allah Rasûlunün (s.a.v.) şah­sıdır. Sır bu mudur?Bu davetin yürütülmesi, ürünle­rini vermesi için Allah Rasûlunün (s.a.v,) şahsı zo­runlu olsaydı, Allah bu daveti, bütün insanlar için bir davet ve en son risalet kılmaz, şu yeryüzünde kı­yamete dek, insanların yönetim işini, bu davete bı­rakmazdı.

Allah Teâlâ, bu kitabın korunmasını üzerine al­mış, bu davetin Allah Rasûlü'nden (s.a.v.) sonra da devam etmesinin, ürünlerini vermesinin mümkün olduğunu bildirmiştir. Risaletin üzerinden 23 yıl geçtikten sonra O'nu, (Rasûlünü) katına almıştır. O'ndan sonra, bu dini kıyamete dek baki kılmıştır. Öyleyse Allah Rasülü'nün (s.a.v.) şahsının yokluğu, bu olayı, bu sırrı açıklamaz.

O zaman başka bir neden aramalıyız. O ilk nes­lin beslendiği kaynağa bakalım. Belki, burada bir değişiklik buluruz. Yetiştikleri yönteme bakalım. Belki, bunda da bir farklılık görürüz.

O neslin beslendiği ilk kaynak Kuran'dır. Evet, yalnızca Kuran... Allah Rasûlunün sünneti, yolu bu kaynağın uzantısından başka bir şey değildir. Hz. Aişe'ye (r. anha) Allah Rasulü’nün (s.a.v) ahlakı so­rulduğunda, O'nun ahlakı Kuran'dı, dedi.

Öyleyse beslendikleri, şekillendikleri, yetiştikle­ri kaynak yalnızca Kuran'dı. Bu, o vakit, insanlığın uygarlığa, kültüre, bilime, kitaplara, araştırmalara sahip olmamasından değildir. Kesinlikle değildir. Hala Avrupa'nın kendisiyle hayat bulduğu, hayatını sürdürdüğü Roma uygarlığı, Roma kültürü, kitapla­rı ve kanunları vardı. Bu gün bile Batı düşüncesinin kaynağı olan Grek uygarlığı, mantığı, felsefesi ve sa­natıyla vardı. İran uygarlığının şiiri, mitolojimi, inançları, yönetim biçimleri de vardı. Başka, uzak ya da yakın, uygarlıklar da vardı.

Hind uygarlığı, Çin uygarlığı, Roma ve İran uy­garlıkları Arap yarımadasına kuzey ve güneyden komşuydular. Yahudilik ve Hristiyanlık yarımada­nın kalbinde yaşıyorlardı. Öyleyse, bu nesli, oluşum devresinde, yalnızca Allah'ın kitabına münhasır kı­lan, bağlayan şey, dünya uygarlığından, dünya kül­türünden uzak olmaları, yoksun olmaları değildir. Bu tavır, ancak belli bir niyetten, belli bir hedeften kaynaklanıyordu. Allah Rasûlü (s.a.v.) Ömer b. Hattab'ın (r.a.) elinde Tevrat'tan bir sahife görünce kı­zar. (Bu kızgınlığı, o tavrı göstermektedir.) Şöyle bu­yurdu: "Allah'a yemin olsun, eğer Musa aranızda ya­şıyor olsaydı, ona, bana uymasından başka birşey caiz olmazdı."

Allah Rasûlunün (s.a.v.) amacı ilk oluşum dev­resindeki bu nesli, beslendiği kaynağa bağlamaktı. Kendilerini ihlasla sadece O'na vermelerini, yolları­nın sadece O'nun yöntemi üzerine olmasını sağla­maktı. Ömer b. Hattab (r.a.)'a kızması, onun başka bir kaynaktan beslendiğini görmesindendi.

Allah Rasûlü (s.a.v.), Kuran'ı Kerim'e dayanan ilahî yöntemden başka bir kaynağın etkisinden uzak, kalbi temiz, aklı temiz, anlayışı temiz, bilinci temiz bir nesil yetiştirmek istiyordu.

0 nesil, işte yalnızca bu kaynaktan beslendi. Ta­rihte tek olması, bu yüzdendir. Sonra, kaynaklar ço­ğaldı, karıştı... Sonraki nesillerin beslendiği kayna­ğa, Grek felsefesi ve mantığı, İran mitolojisi ve dü­şüncesi, Yahudi israiliyatı, Hristiyan ilahiyatı ve di­ğer çökmüş medeniyet ve kültürlerin kalıntıları ka­rıştı. Bütün bunlar, aynı şekilde, Kuran'ı Kerimin tefsirine, kelam ilmine, fıkıh ve usule de bulaştı. O nesilden sonraki nesiller, işte bu bulanık kaynaktan yetiştiler. Ve o nesil kesinlikle bir daha gelmedi.

Şüphesiz, bütün nesillerle o seçkin örnek nesil arasındaki belirgin fark en temel ve en büyük etken, onlarda sadece ilk kaynağın bulunmasıydı.

27 Mart 2008 Perşembe

Şehid ve Şehadet



Tâgûti güçlerin emrinde savaşan kimseler; velev ki müslüman dahi olsalar, asla şehid olamaz.


ŞEHİD-ŞEHADET

Günümüzde en çok kullanılan kelimelerden birisinin şehid, diğerinin de şehadet olduğunu söyleyebiliriz. Tâgûtî güçler; birbirleriyle olan silahlı mücadelelerinde, kaybettikleri askerlerine şehid ünvanını vermektedirler. Maalesef günümüzde, İslâm'a düşmanlıklarıyla ma'ruf olan ideolojiler, şehid kavramını yozlaştırabilmek için ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir. Mahiyeti küfür olan ideolojilere itikad eden k, kendi ölülerine başka isim veremedikleri için değil, İslâm'ı istismar ederek iktidarlarını sürdürmek için bu yolu seçmektedirler. Halkının önemli bir bölümü müslüman olan ülkelerde; tâgûtî iktidarların zulmü bütün şiddetiyle gündemdedir ve sloganlarını yalan üzerine kurmuşlardır. Yazar Joseph Conrad, Under Western Eyes (Batının Gözleri Önünde) isimli romanında, ihtilâl öncesi Rusya'yı anlatırken, "kelimeler; hakikatin en büyük düşmanlarıdır" demekte ve şunları ilâve etmektedir: "İnsanlar, bu kelimeleri tekrarlayıp duran birer güzel papağan gibidir." Tâgûtî iktidarların İslâm topraklarında gerçekleştirdikleri fesad, bundan farklı değildir.

Şimdi şehid ve şehadet kavramlarını açıklamaya gayret edelim. Şehid kelimesi Arapça olup (Ş-H-D) kökünden türetilmiştir. Hem fâil, hem mef'ûl olarak kullanılır. Lûgatta; hazır oldu, huzurda bulundu, şehadette bulundu veya müşahede etti, gibi mânâlara gelir. Bir hadiseyi görmek, bir şeye ulaşmak veya beş duyu organı vasıtasıyla kesin bilgi sahibi olmak, bu fiilin anlamı içerisindedir.l Molla Hüsrev: "Müslüman, temiz ve baliğ olup zulmen öldürülen kimseye şehid denilir."2 tarifini esas almıştır. Alaûddin el-Haskafi, şehid kelimesini tahlil ederken: "şehid, feil vezninde olup, mef'ûl mânâsınadır. Çünkü cennetlik olduğuna şahidlik edilmiştir. Yahud fail mânâsınadır. Zira şehid Rabbi katında diridir. Binaenaleyh kendisi şahiddir."3 hükmünü zikretmektedir. İmam-ı Merginanî, farklı bir tarif getirmiştir: "Şehid, müşriklerin katlettiği veya harp meydanında vurulduğuna dair kendisinde bir eser bulunan veya müslümanların zulmen katlettiği kimsedir. Resûl-i Ekrem (sav); "Siz onları yaralarıyla, kanlarıyla tekfin edin, yıkamayın."4 buyurmuştur. Tariflere dikkat edilirse, İslâm topraklarının şehidlerle dolup taştığı rahatça görülebilir. Son birkaç asırdır; bir taraftan emperyalist kâfirler, diğer taraftan zulme ve şirke dayanan iktidarlar, mü'min kanı akıtmaktadırlar. Batı'nın "Orta Doğu Bunalımı" diye nitelendirdiği hâdise, gerçekte bir müslüman katliamıdır.

Şehid; Allahû Teâla (cc)'nın rızası için savaşan ve İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için hayatını feda eden mükelleftir. Cihad ibadetini ihlasla edâ eden her mükellefin hedefi, şehid olmaktır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah yolunda öldürülenleri sakın `ölüler' sanmayın. Bilakis onlar Rablerinin katında diridirler. (Öyle ki Allah'ın) Lütfû inayetiyle kendilerine verdiği (şehidlik mertebesi) ile hepsi de şâd olarak (cennet ni'metleriyle) rızıklanırlar. Arkalarından henüz kendilerine katılmayanlar (şehid olmayanlar) hakkında: `Onlara hiçbir korku yoktur. Onlar da mahzûn olacak değildirler diye müjde vermek isterler."5 hükmü beyan buyurulmuştur. İhlâsla ahiret gününe inânan her mükellefin arzûsu, "şehadet makamına" ulaşmaktır. Yine bir başka âyet-i kerime'de "Allah yolunda öldürülmüş olanlar için `ölüler' demeyiniz. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlayamazsınız."6 buyurulmuştur. İslâm'ın hayata hâkim olması için ihlâsla cihad eden ve bu uğurda şehid olanların, cennet ehli olduğu kat'i nasslarla sabittir.

Tâgûti güçlerin emrinde savaşan kimseler; velev ki müslüman dahi olsalar, asla şehid olamaz. Zira şehadet mertebesi; Allahû Teâla (cc)'nın kendi rızası için ve meşrû şartlarda savaşanlara ihsan buyurduğu bir ni'mettir.

Şimdi şehid kavramıyla birlikte ele alınması gereken ve aynı kökten gelen şehadet kelimesi üzerinde duralım. Günlük hayatımızda, beş duyu organımız vasıtasıyla kavradığımız ve şahid olduğumuz birçok olay vardır. Bazı olaylar toplum hayatını derinden sarsar. Bazen iki kişi arasında cereyan eder. İnsanların haklarını ve hürriyetlerini muhafaza etmek, İslâm dininin temel hedeflerindendir. Haklar ve hürriyetler ihtilâf konusu haline gelince, mahkeme hadisesi gündeme girer.

Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Allah için hakkı ayakta tutan (hâkimler, insan)lar, adaletle şahidlik eden (kimse)ler olun." Emri verilmiştir. Şehadet; başkasına ait bir hakkı, kat'i bilgiye dayanarak, kazâ'nın (yargının) sıhhati için ihbar etmektir. Zannetmek veya tahmin etmek şehadet değildir. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Eğer güneş gibi gördüysen şehadet et!.. Aksi takdirde yapma."(8) emrini vermiştir. Fûkaha; " Şehadet, iyice görüp anlama mânâsına gelen müşahede'den türemiştir. Ferd için şüphesiz ve yakinî bilgidir."9 diyerek, bu inceliğe dikkati çekmiştir. Şehadet; Kur'ân-ı Kerîm, sünnet ve icma ile sabit olan, kaza (mahkeme) işlerinde delil kabul edilen bir ameldir. Resûl-i Ekrem (sav) kendisine bir dava intikal edince, şahid getirmelerini talep etmiştir.10 Kadı (hakim) hüküm verirken; şahidlerin beyanına ve diğer delilleri dikkate almak mecburiyetindedir. Hanefi fûkahası: "Bir kimsenin, diğer bir şahısta bulunan hakkını almak için, belirli lâfızlarla ve hâkim (kadı) huzurunda vâki olan doğru ihbara şehadet denilir." 11 tarifini benimsemiştir. Böyle bir ihbarda bulunan kimseye Şâhid denir. Lehinde şehadet edilen kimseye meşhûdün leh, aleyhinde şehadet edilen şahsa meşhûdün aleyh ve şehadet edilen hususa da meşhûdünbih denilir.12

Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Şâhidlere ikramda bulununuz ve hürmet ediniz. Çünkü Allahû Teâla (cc) onlar vasıtasıyla hakları korur."13 buyurduğu bilinmektedir. İnsanların hakları ve hukuklarıyla ilgili konularda şahidlikten imtina etmek, büyük bir cürümdür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şahidler çağrıldıklarında (şahidlik etmekten) kaçınmasınlar."(14) emri verilmiştir. Müşahede ettiğini ikrar etmeyen, insanların haklarını ve hürriyetlerini korumayan (adâletin tahakkukuna engel olan) her mükellef, fısk-û fücûrun yayılmasına vesile olur. Elbette bu durum; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle amel eden mahkemelerle ilgilidir. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklananan kanunlarla hükmeden mahkemeler, İslâmî bir özellik taşımaz.

Kur'ânı-ı Kerîm'de; her mükellefin ferdî ve ictimâı planda şâhid olabileceği hadiselerden de bahsedilirken Şehide fiili kullanılmıştır. Mesela: "(O sayılı günler) ramazan ayıdır ki, insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırdedip açıklayıcı olarak Kur'ân o ayda (levh-i mahfuzdan semâ-i dünyaya) indirilmiştir. İçinizden kim o aya şahid olursa (Şehide) oruç tutsun..." 15 Ramazan ayına şâhid olmak; şehide fiilinin masdarı olan bir kelime ile ifade olunmuştur. Dolayısıyla o ayda, bilfül hazır olmak mânâsınadır. Yine birçok âyette geçen âlimu' l-gaybi ve'ş-şehadeti ibaresindeki şehadet âlemi; insanların duyularıyla kavradığı ve hazır olduğu âlemdir.

İnsanların şehadeti, değişik alanlarda da gündeme girebilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır. İnsanlara karşı hakikatin şahidleri olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahid olsun diye..."16 hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette geçen ümmeten vasata (vasat ümmet) tâbirinin; âdil ümmet mânâsına geldiğini, bizzat Resûl-i Ekrem (sav) haber vermiştir(17). İmam-ı Şafii (rha) adalet mefhumunu izah ederken: "adâletten murad; Allahû Teâla (cc)'nın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır" diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Dikkat edilirse müslümanlar; insanlara karşı hakikatin şahidleridir. Resûl-i Ekrem (sav)'de, müslümanların üzerine tam bir şâhiddir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede: "Ey Peygamber!.. Biz seni hakikaten bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik."19 buyurulmuştur. Allahû Teâla (cc) bütün peygamberlerden ve onların ümmetlerinden misak aldığı, onları birbirlerine şahit tuttuğu kat'i nasslarla sabittir. Esasen daha ruhlar âleminde iken şehadet hadisesi gündeme girmiştir. Bu şahitlik hadisesi Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde haber verilmektedir: "Hatırla ki Rabbin, Âdem oğullarının sulbünden zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini nefislerine şahid tutmuş (ve) `Ben sizin Rabbiniz değil miyim?'(demişti) Onlar da: `Evet, Rabbimizsin, şahid olduk' demişlerdi. (İşte bu şahidlendirme) kıyamet günü: `Bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindir. Yahud, `daha evvel atalarımız şirk koşmuştu. Biz de onların ardından gelen (atalarımızın izinden ayrılmayan) bir nesiliz. Şimdi o bâtılı kuranların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk edecek misin?' dememeniz içindir?"20

Ruhlar âleminde gerçekleşen misak olayında iki unsur vardır. Birincisi: Allahû Teâla (cc)'nın "Besizin Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki ikrarı ve teklifi. İkincisi: "İnsanların kendi nefislerine şahid tutulup "Evet, Rabbimizsin!.. Şahid olduk" şeklindeki tasdikidir. Molla Hüsrev: "Bu hâdisede icap ve kabul teşekkül etmiştir. Bunun tabiî sonucu olarak insanların yerine getirmesi gereken vazifeler çıkmıştır. Buna emânet denilir."21 hükmünü zikretmektedir. Dikkat edilirse; şâhid olma (şehadet) hadisesi ruhlar âleminde başlamıştır. Yeryüzünde mü'minlerin hakikatin şâhidleri olması ve Peygamber Efendimiz (sav)'in şâhidliği, derin temellere dayanmaktadır. Bütün bu unsurlar dikkate alındığı zaman; şehid ve şehadet kavramı daha net olarak kavranabilir.

KAYNAKLAR

(1) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat, İst.1986, sh.192-294.

(2) Molla Hüsrev, Düreri'l Hükkâm fi Şerhi'l Gureri'I Ahkâm, İst.1307, c. I, sh.168 ("Şehid" bâbı).

(3) İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar AIe'd Dürri'l Muhtar, İst.1983, c. III, sh. 513.

(4) İmam-ı Merginanî, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'I Mübtedi, Kahire 1965, c. I, sh. 94 ("Şehid" bâbının girişi).

(5) ÂI-i İmrân sûresi: 169-170.

(6) Bakara sûresi:154.

(7) Maide sûresi: 8.

(8) İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut:1316, c. VI, sh.17.

(9) Molla Hüsrev, a.g.e., c. III, sh. 371.

(10) Sahih-i Buharî, İst. 1401, Çağrı Yay. c. III, sh. 76. Ayrıca, Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, c. III, sh. 450.

(11) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiû's-Senai Beyrut, 1974, c. VI, sh. 266, Ayrıca Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, e. III, sh. 540.

(12) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, a.g.e., c. III, sh. 450.

(13) İmam-ı Serahsî, el-Mehsut, Beyrut, ty. c. XVI, sh.87.

(14) Bakara sûresi: 282.

(15) Bakara sûresi: 185.

(16) Bakara sûresi:143.

(17) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'ân"il Aziym, Beyrut 1969, c. I, sh. 191, Ayrıca İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâmi'l Kur'ân, c. II, sh.156.

(18) İmam-ı Şafii, er-Risale, Kahire: 1979 (2. bsm.), sh. 25 Madde: 71.

(19) Ahzab sûresi: 45.

(20) A'râf sûresi:172-173.

(21) Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fi Şerhi Mirkat elVüsûl, İst.1307-8, c. I, sh. 591.shf 299

EMANET VE EHLİYET / YUSUF KERİMOĞLU

26 Mart 2008 Çarşamba

Kelime-i Tevhid (Kavram)


Bir anlamda İslam dairesinin kapısıdır. Onları gönülden söylemeden islamı kabul etmek mümkün değildir. Tevhid birleme, O’nun bir ve tek olduğunu söyleme anlamına gelir...

TEMEL KAVRAMLAR ( KELİME-İ TEVHİD ) Peygamber ( S.A.V ) islamın beş temel üzerine bina edildiğini bunun birincisinin ‘Şehadet’ getirmek olduğunu söylemiştir. (1)

“ Lâ ilâhe illallah” şehadeti, bu diin ilk itikadi rüknüdür. Hayat için eksiksiz bir düzenin ifadesidir.Bu düzen, Allah’tan başkasına fikri ve ameli bakımından ibadet etme boyunduruğundan kurtuluş demektir. Böyle bir kurtuluş herkesin eşit olduğu Salih ve kerim bir toplumun gerçekleştirilmesi yolunda atılan ilk adımdır. (2)

Bir anlamda İslam dairesinin kapısıdır. Onları gönülden söylemeden islamı kabul etmek mümkün değildir. Tevhid birleme, O’nun bir ve tek olduğunu söyleme anlamına gelir. İslam “Tevhid” dinidir. Tek Allah inancına dayanır. Evreni ve içindekileri o yaratmıştır. İlahlığında ve Rabliğinde ortağı yoktur. Sonsuz güç ve kudret sahibidir. Dünyadaki ve içindeki her şeyin idare ediciside O’dur. Hüküm ve mülk her şey O’nundur. Lâ ilâhe illallah diyerek bu gibi özellikleri kabul etmiş oluruz. Bu cümle imanla küfür arasında kesin bir çizgidir. Bu cümleyle doğruluğunu tasdik edenin dünyadaki yaşayış biçimi; konumu, hangi ahlak üzerine olduğunu ve hangi dinin ilkelerine uyup hangi anlayış doğrultusunda yaşayacağını belli eder. (3)

Bir kelime söyleniyor. Meleklerin saltanatları sarsılıyordu. Bu cümleyle rahat rahatsız oluyorlar. Bu cümleyi söyleyen herkesi düşman biliyorlardı. Peki neden ? Çünkü tevhid kelimesini söyleyen herkes bütün ilahları bütün put düzenlerini, sistemlerini ve bunların adına uydurulmuş bütün kanunları ve ananeleri benim ilahım Allah (c.c) yalnızca kanun koyucum O’dur. Ondan başka ilah yoktur. Hüküm yalnızca ona aittir. Demenin imzasını atıyordu la ilâhe illâllâh diyerek.
Kelime-i Tevhid’in ikinci kısmı, H.z Muhammed ( S.A.V)’in Allah’ın (c.c) resulü ( elçisi ) olduğunu kabul etmektir. Bu kabul ediş veya inanma, Allah’tan başka ilah olmadığını kabul etmenin tamamlayıcısıdır.Kendinden başka ilah olmayan alemlerin Rabbi Allah (c.c), kendine ait haberleri, varlığının delilerini ve ayetlerini bir elçi aracılığıyla insanlara duyurur. O, yarattığı bütün insanların kendi Rabliğini bilmelerini ve yalnızca kendisine kulluk etmelerini istemektedir. Bunu da insanlar arasında seçtiği elçilerde onlara bildirmektedir. Tevhid kelimesini söyleyen bir kimse (S.A.V)’in din olarak öğrettiği, anlattığı ve yaşadığı herşeyi kabul eder. Bu esaslara itiraz etmez, o esaslara uygun olarak yaşamaya söz verir. Tevhid kelimesi H.z Muhammed’in peygamberliğini ve O’nun tebliğ ettiği şeriat esaslarını da kapsar. “ Ben H.z Muhammed’i Allah’ın son elçisi olarak kabul ediyorum demek, O’nunla gelen dini ve bu Din’e ait bütün ilkeleri ve esasları kabul ediyorum hayatımı bu ilkelere göre yaşamaya çalışacağım demektir.
İnsandaki ruh ise İslam’da lâ ilâhe illallah O’dur. İnsan bedeninde ruh görnmez, ama onu canlı tutar, ayakta olmasını sağlar. Ruh ucup gidince insan ölü haline ( ceset şekline ) döner. Lâ ilahe illallah İslam bedenini ayakta tutan şeydir. O olmayınca beden ölü gibidir. Bütün inanmayanlar bu anlamda ruhsuz ceset gibidirler. Ne zaman lâ ilahe illallah’ı kabul ederlerse cesetlerine hayat gelir. Onlara ruh üflenmiş gibi dirilirler. Hatalar ve unutkanlıklar yüzünden ölü gibi olan beden lâ ilahe illallah diyerek dini tutulur. (4)

“ Lâ ilahe illallah diyerek imanınızı yenileyiniz.”

Biz eğer, bedeni köle olduğu halde ruhu hür olan Bilal-i Habeşi ( r.a ) gibi onca eziyete rağmen “EHAD” diyebilseydik doğmuş ve doğrulmuş kâfirler bize birşey yapamazdı. Savaşta yenilmeyen, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan “Samed” olan Allah’a tam bir teslimiyet içerisinde olsaydık. Bilal ( r.a ) gibi, işte o zaman içimizdeki Mekke’yi ve Kâbe’yi feth edip dışarıdaki ebreheleri ve putçuları bertaraf ederdik. O zaman bizde Bilal ( r.a ) gibi Kâbe’nin üzerine çıkıp Allah’tan başka ilah olmadığını (S.A.V)’in O’nun kulu ve Resulü olduğunu haykırıp, Allah’ın büyüklüğünü haykırırdık. Bunları gönül Kâbesinde yapamayınca ancak Bilal (r.a)’nın hayatındaki ilk bölümü yaşamaktan öteye gidemiyoruz. Keşke bu yaşantıyıda yerine getirebilseydik. Yaşanılan teh sahne ezilmişlik ve acziyet sahnesi gerisi yok. Bilali Habeşi Hazretlerinin ezilmişliğini yaşıyoruz ama direncini gösteremiyoruz. (5)

Nezamanki lâ ilâhe illallah kelimesini ve altında yatan gerçekleri kabul edip altına imza atarak kavrayıp ve direnerek lâ ilâhe illallah diyip diri kalabilirsek Allah’ın izniyle kurtuluşa erebiliriz.

KAYNAKLAR
1-) Müslim, iman / 22. Hadi. No:16,1/145
2-) Seyyid Kurub ( İslam’da Sosyal Adalet )
3-) Hüseyin k.ece ( İslam’ın Temek Kavramları )
4-) Hüseyin k.ece ( İslam’ın Temek Kavramları )
5-) İbrahim KÜÇÜK (Namaz)

Din Kavramı

DİN

Hayatı şekillendiren temel öğelerin başında yer alan din olgusu, insanların fıtratlarında var olagelmiş ve toplumları şekillendirmiştir. Herhangi bir toplumun ilah, ibadet, peygamber, kitap vs. inanışları o toplumun ruhî, ahlakî yapısını ve hatta mimarisini dahi etkilemektedir. Din olgusu insanları yönlendirmekte, aynı zamanda bu olguyu kişi de istediği gibi yönlendirebilmektedir. Ayrıca din olgusu, insanı içten kuşatan bir sistem olduğu için en güçlü kanunların dahi yaptırım gücünden daha kuvvetlidir. Bu açıdan din kavramını doğru bir şekilde anlamak önemini anlamak ile eş değerdir.Din kelimesi kökü itibariyle; üstünlük, egemenlik, itaat, emir, köle ve itaatkâr olacak şekilde kendisini zorlayıcı bir kuvvete teslim etme, onun hâkimiyet ve otoritesi altında olma, şeriat, yol, kanun, millet, adet, hesaba çekme, ceza veya mükâfat verme anlamlarına gelmektedir, İslam öncesi dönemde arapların din kelimesine yükledikleri anlamlar da bu şekildeydi. Ancak Kur'an-ı Kerimin nazil olmasıyla hem bu anlamları kapsayacak hem de daha belirgin ve nitelikli anlamlar kazanmasını sağlayacak şekilde bir kullanım uygulanmıştır.

Kur'an-ı Kerim'de din kelimesinin kullanımı şu şekildedir:

1. Hâkimiyet, yüce egemenlik ve bu otoriteye itaat edip boyun eğmek anlamında:

"De ki: Ben dinimi yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet etmekle emrolundum." 39/11

"Oysa onlar, dini yalnızca O'na halis kılan hanifler (Allah'ı birleyenler olarak) sadece Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekten başka şeyle emrolunmadılar. İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam) din budur." 98/5

Bu ayetlerde ve daha pek çok ayette dini Allah'a has kılmak ifadesi vurgulanarak hüküm ve otoritede Allah'tan başka hiçbir varlığa boyun eğilmemesi, kulluğun yalnızca O'na yöneltilmesi gerektiği ifade edilmiştir.

2. Hâkimiyetin sonucu olarak ortaya çıkan fikri ve ameli nizam, bu nizama uyulduğu takdirde karşılaşılacak olan mükâfat ve ceza sistemi anlamında.

Mekke döneminin ilk zamanlarında nazil olan, din kelimesinin geçtiği ayetlerde de daha çok ceza, hesap günü anlamında "yevmu'd-din" ifadesi kullanılmıştır. Bu tabir ilk inen ayetlerin muhtevasına uygun olarak kişinin iman ve ameline göre ahirette hesaba çekileceğini ifade etmektedir.

" Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek (celde) vurun. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, onlara Allah'ın dini(ni uygulama) konusundaSizi bir acıma tutmasın; onlara uygulanan cezaya mü'minlerden bir grup da şahit bulunsun." 24/2"

Ve şüphesiz, din (kıyametteki hesap) gününe kadar Benim lanetim senin üzerinedir." 38/78

Bir hayat nizamı olarak Allah'ın koymuş olduğu hükümlere tabi olursak Allah'ın dinine mensup olduğumuz ancak başka kişi ve kurumların düzenine tabi olursak da onların dini üzerine olduğumuz önemle vurgulanmış, hesabın buna göre yapılacağı belirtilmiştir. Ayrıca bu ayetler bizlere tevhid ve küfür dininin sınırlarını da çizmektedir.

3. İslam dışındaki tüm beşeri sistemler de Kur'an'da din olarak geçmektedir.

"Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: "Şüphesiz doğru yol, Allah'ın (gösterdiği) yoludur." Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (arzu ve tutkularına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı." 2/120

"Sizin dininiz size, benim dinim bana." 109/6

Ancak din kelimesinin, Kur'an'da geçtiği yerlere bakıldığında islam dini ve diğer dinler için kullanıldığı yerlerin fark edilmesini sağlayacak bir gramer kuralının uygulandığı görülür.

Kur'an-ı Kerim'de İslamiyet'ten bahsedilen ayetlerde "ed-din" ifadesiyle belirli, herkesin bildiği bir din anlamına gelecek bir kullanıma başvurulurken, İslam'dan başka insanların hayatlarına yön veren nizamlar, takip ettikleri yollar, şeriatlar içinde Allah'u Teâlâ sadece "din" ifadesini kullanarak belirlilik ifadesini kaldırmıştır.

Tüm ilahi ve beşeri hayat nizamlarını kapsayan din kavramının kelime anlamlarından hareketle yapılabilecek en doğru ıstılahî tanımlardan biri üstad Mevdudi'ye aittir:

"Her ne olursa olsun, kişinin yüksek bir otoriteye boyun eğdiği, itaatini ve uyulmasını kabul ettiği, hayatında kanun, kaide ve sınırları ile bağlı bulunduğu, kendisine itaat etmede büyüklük, mükâfat ve derecelerle ilerleme sunduğu, isyan halinde de zillet, aşağılık ve kötü sonuçtan korktuğu bir hayat nizamı."

Kur'an terminolojisine baktığımızda dinsizlik ifadesinin yer almadığını görmekteyiz. Günümüzde ateist olarak bilinen "tanrı tanımaz" insanın asla dinsiz olmadığı, çeşitli otoritelerin boyunduruğunda yer alacağından o kişi ve kurumların dini üzerine olduğu kesindir.Kur'an-ı Kerim'de din kavramının geçtiği ayetlerin çoğu 'tevhid dini' anlamındadır. Bu anlam içerisinde hem Allah'ın hâkimiyeti, otoritesi, hükmünün üstünlüğü, hem bu üstünlüğe kulların boyun eğip itaat etmeleri, hem de Allah'tan gelen hüküm, kanun ve şeriat konularına değinilmiştir.

"Hacc bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder (yerine getirirse, (bilsin ki) haccda kadına yaklaşmak, fısk yapmak ve kavgaya girişmek yoktur. Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, Ben'den korkup-sakının." 2/197

Allah'ın tekliğine dayanan 'tevhid dini', son peygamber Hz. Muhammed'in ilk uygulayıcılığını ve örnekliğini yaparak insanlara ulaştırdığı, Allah'ın kulları için seçtiği ve kurallarını belirlediği İslam'dır.

"Bütün dinlere üstün kılmak üzere peygamberini doğruluk rehberi olan Kur'an ve hak din ile gönderen O'dur." 48/28

Tarih boyunca diğer peygamberler de tevhidî sisteme dayanan hayat şeklini insanlara aktarmak için görevlendirilmiştir.

"Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti, Yakup da: "Oğullarım, şüphesiz Allah sizlere bu dini seçti, siz de ancak Müslüman olarak can verin" (diye benzer bir vasiyette bulundu.)" 2/13

Allah'u Teâlâ insanlar için en uygun yaşam şeklinin bu olduğunu ve islam dışında seçilen diğer dinlerin hiçbir şekilde kabul olmayacağını da vurgulamıştır.

"Kim İslam'dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. 0 ahirette de kaybedenlerdendir."3/85

Aynı zamanda bu ayetle kitapları ayrı olan, ancak dinlerinin ilahi kaynaklı olduğunu savunarak cennete gireceklerini söyleyen ehli kitabın durumlarına da açıklık getirilmiştir. Kur'an'ı Kerim ehli kitabın kitaplarının tahrif olduğu, tutum ve davranışlarının da doğru olmadığını belirterek, onları "hak dine", İslam'a davete muhatap kılmıştır.

"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır."2/256

Ayette geçen ifadesiyle, kişinin iradesine bağlı seçme özgürlüğüne hiç kimsenin müdahale etmeye yetkisinin olmadığıdır. Bu esas, dini davetin de esasını oluşturmaktadır. Nitekim Medine döneminde oluşan devlette bu ilkedoğrultusunda Müslüman olmayan halkın özgürce yaşamasına müsaade edilmiş, onların hakları da gözetilmiştir. Müslümanların ilk şehir devletinde gayri Müslimlere gösterilen muamele bugüne kadar mevcut hiçbir düzende o günkü kadar doğru oturtulamamıştır. Ancak dinde zorlama olmasa da bütün usullerdenenmeli, İslam'a davetin önemi unutulmamalıdır,

"De ki ey kâfirler: ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana."109/1-6

Mekke döneminde müşriklerin Hz. Peygamber'e yaptıkları uzlaşma teklifiyle İslam'ın uzlaşmaya yaklaşımı kesin bir şekilde belirlenmiştir. Allah'ın dinini direk olarak inkâr etmeyerek O'na ortaklar koşan çıkar amaçlı bir din anlayışıyla getirdikleri bu teklife, Allah'u Teâlâ dinde asla tavizin olamayacağını belirterek bu tür tekliflere karşı her dönemde alınması gereken tavrı belirtmiştir. Nitekim Allah'u Teâlâ onlara seslenerek küfür ve hak dinin hiçbir şekilde bir arada olamayacağını vurguluyor.Kur'an'da din kavramın geçtiği ayetler incelendiğinde, dinin salt İnsan-Allah ilişkisine dayanmadığını bu ilişkinin yanında insan-insan, insan-evren ilişkilerinin temeline de din anlayışının hâkim olması gerektiğinin önemle vurgulandığı görülür.Allah'u Teâlâ'nın biz kulları için belirlemiş olduğu din; hayatı bütünüyle kuşatan, toplumsal ilişkilerin nasıl olması, hangi değerlere dayanması, toplumsal sorunlara karşıtakınılacak tavır ve çözümleri konusunda hem Kur'an'ı Kerim'in hem de Hz. Peygamberin örnekliğini içermektedir. Nitekim Hz. Peygamber kişi ve Allah arasında olması gereken ilişkinin toplumsal ilişkilerle iç içe olacağının, toplumdan soyutlanarak yapılan salt ibadet ve zikrin İslam'ın amaçladığı bir hayat nizamı olmadığını belirtmiştir. O İslam dininin şahitliğini savaşlarıyla, aile hayatıyla, arkadaş ilişkileriyle, siyasi ilişkileriyle ve tabi ki ibadetleriyle ortaya koymuştur.

"Allah'ın dini için savaşılması" (2/193, 8/39),

"Dininize uyandan başkasına inanmayın"(3/73),

"Eğer onlar tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse sizin din kardeşiniz olurlar."(9/11)

ayetlerinde de açıkça belirtildiği üzere insanlarla ilişkilerimizin nasıl olması gerektiği konusu ve gerektiğinde Allah adına savaşmanın da İslam dininin bir hükmü olduğu, sosyal-siyasal ilişkilerin dinden ayrılmaz bir bütün oluşturduğu belirtiliyor.Çok uzak olmayan bir geçmişe kadar din hayatın her alanını yönlendiren en güçlü olgulardan biriydi. Doğu, İslami özellikler taşıyan devletlerin beşiğiyken Batının kapılarına dayanacak kadar güçlenmiştir. Ortaçağ Avrupası da en az krallar kadar güçlü ve etkin papalara şahitlik etmiştir. Ancak engizisyon mahkemeleri, endülüjans uygulaması, düşünce özgürlüğünün olmaması, her türlü ahlaksızlığa bulaşmış ve servet içinde yüzen ruhban sınıfı Avrupa toplumlarında ciddi tepkilerin doğmasına neden olmuş ve büyük değişimler yaşanmıştır. Özellikle reform hareketlerinden sonra kiliseye duyulan güvensizlik sonucu din hayattan, siyasetten soyutlanmaya başlanmıştır.

Halklar din adınasömürünün yıkıldığı ancak aklı esas alarak ortaya çıkan başka bir yaşantının sömürüsüne mahkûm edilmişlerdir. Avrupa toplumlarının yaşadığı bu değişim laiklik adı altında bütün dünyaya empoze edilerek dinin hayata müdahalesi engellenmiştir. Pratik hayatta hiçbir karşılığı bulunmayan ve sadece vicdanlara hapsedilmiş bir din anlayışı ne Kur'an'da Müslümanların hayatlarına hâkim kılmaları istenilen din anlayışına uygundur ne de Hz. Muhammed'in sünnetine Hz. Adem'den başlayan mücadele iki dinin tevhid ve küfür dinin mücadelesi olmuştur. İnsan, yaşanmaya layık yegane din İslam ve beşeri sisteme dayalı, çıkar amaçlı bir din olan küfür sistemi arasında bir tercih yapmak zorundadır. Hak dinin kaynağı Allah'tır ve dolayısıyla kaynağı insan olan bütün dinlere galip gelecektir.

"Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki O'nu(hak din olan İslamı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile."61/9)

Kaynakça
1. Kur'an'da Dört Terim, Ebu'l Ala Mevdudi, Beyan Yayınları, 1998, İstanbul
2. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:9, "Din'mad., 1994, İstanbul
3. Tefhimu'l Kur'an, Ebu'l Ala Mevdudi, İnsan Yayınları, 1986, İstanbul
4. Fizilalil-Kur'an, Prof. Seyyid Kutub, Hikmet Yayınları
5. El-Müfredat, Ragıp el- İsfahani, Çıra Yayınları, 2006, İstanbul
6. İslam'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Yayınlan, 2000, İstanbul


TÂGÛT

Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tâgûttur.

Önce kelime üzerinde duralım. Arapça bir kelime olan tâgût, iştikaak itibariyle tuğyan ile ilgilidir. Tuğyan ise; Allahû Teâla (cc)'ya isyan etmek mânâsınadır.ı Tefsir-i Mücahid'de tâgûlun ismi has olduğu ve çoğulunun da, tekilinin de aynı olduğu kayıtlıdır. İmam-ı Muhammed İbn-i Cerir, tâgûtu şu şekilde tarif etmektedir: "Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tâgûttur."2 Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması mahiyetini değiştirmez.
Kur'ân-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme: `Allah'a ibadet edin, tâgûta kulluktan kaçının!' diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir."3 buyurulmaktadır. İnsanlar "kul olma" hususunda istisnasız uyarılmışlardır. "İman edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler ise tâgût yolunda savaşırlar"4 âyet-i kerimesinde de beyan buyurulduğu gibi, insanlar "ya Allah'a ibadet edecek, veya tâgût'a kul olacaktır"5 bu iki yolun dışında üçüncü bir hâl yoktur.

Kur'ân-ı Kerim de "Sana indirilen Kur'ân a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz misin? Onlar tâgûtun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tâgûtu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardır"(6) buyurulmaktadır.

Kur'ân-ı Kerim deki bütün bu âyetleri ve mütevatir sünnetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır. Tâgûtun hükümlerine boyun eğenler ve râzı olanlar, kâfirlerdir. Nitekim İbn-i Kesir bu hususta şunları kaydediyor: "Bu ayet-i kerimede (Nisâ sûresi: 60) Hz. Muhammed (sav)'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söyleyip, bununla beraber ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in (sav) sünnetinden ictinap edip, insanların kendi akıllarına göre (beşeri kanunlarla) hüküm vermesini istiyen kişinin iman iddiasını Allahû Teâla (cc) reddetmektedir."(7).

Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah (cc)'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedirler. Dolayısıyle bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâgûtî" özellikler taşırlar. Bu bir anlamda bütün ideolojik sistemler için geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm dışındaki bütün sistemler, tâgûtîdir. Tâgûtların hükümlerine göre yönetilen bütün yerler de dâru'1-harp durumundadır. O beldelerde yaşayan mü'minlerin Allah (cc)'ın indirdiği hükümlerin gâlip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır." Şurası unutulmamalıdır ki, tâgûtun hükümlerine "evet" diyenler, Allahû Teâla (cc)'nın dinine küfretmek durumundadırlar. Bunu ister bilerek-ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü Hz. Âdem (as)'den itibaren bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a ibadet edin, tâgûta kulluktan kaçının" diye tebligat yaptıkları "muhkem âyetlerle" sabittir.

Tâgûtun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâgûtî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, "müsteşrik" çizgisini asla geçemez.

KAYNAKLAR :
(1) Râğıb el-Isfahani, Müfredat. "Ta-ğa" mad. (Nakleden: Tevhid Gazetesi, 21 Mayıs 1979, Sayı: 22, sh.6).
(2)Muhammed ibn-i Cerir, Camiû'I Beyan fi Tefsirû'l Kur'ân, Mısır 1324, Meymeniyye Mtb. c. III, sh.13.
(3)Nahl sûresi: 36.
(4)Nisâ sûresi: 76.
(5)Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Ank.1981,(53. bsm.)sh.140,"Evet, sadece İki Yol" başlıklı bölüm.
(6)Nisa sûresi: 60.
(7)İbn-i Kesir, Tefsirû'l-Kur'ân'il-Azîm, Beyrut,1969, Dâru'1-Marife Yay. c. I, sh.519.